Terzi Kendi Söküğünü Dikmeli

4/2/20245 min read

Büyük pazar kurulmuş, her taraftan gelen sesler birbirine karışıyordu. Tezgahını silenden daha yeni yerleşene kadar herkes hareket halindeydi. Ayak uydurması çok uzun sürmedi.

Bembeyaz sokaklar arasına kurulmuş rengarenk tezgahlar, Çatalbaşlı sıradağlardan Buz Dağ’ına kadar Hinbeltin’in tüm çeşitliliklerini sergiliyordu. Beldibili olanlar tezgahlarını bir adım ileri, yola doğru uzatmış halde olurlardı, yoksa rekabet edilebilir bir şey değildi. Kutan için Beldibi, görüp görebileceği en güzel şehirdi.

Liman sayesinde çok sayıda yabancı şehre akın ederdi; Genelde boş zamanlarında etrafı seyreder, aksanlarından nereli olduklarını çıkartır, hatta iyi duyabildiğinde başka dillerden kelimeleri bile öğrenirdi. Gardda en sevdiği kelimeydi. Sersem demekti sanırım. Ya da ona yakın bir şey. Kutan yandan sırıttı.

Bugün hava nemli, sıcak baş edilemeyecek kadar fazlaydı. Üzerinde ince kumaştan sarı bir gömlek vardı ve daha dışarı çıkmadan üzerine yapışmıştı. Annesi evden çıkıp kapıyı arkasından kapadı. Uzun bir etek giyiyor saçları omzundan aşağı dökülüyordu. İyi ki onun annesiydi.

Yaşlı balıkçı Sudur’un tezgahına yaklaşınca kokudan midesi bulandı. Hiç taze balık sattığını görmemişti. Geçen hafta aldıkları küçük balıkları kedilere vermek zorunda bile kalmışlardı.

Göz göze geldiler. Sudur, bir çırpıda kendisini tanıyıverdi. Başka biri olsaydı erkek ya da kız olduğunu ayrıt bile edemezdi.

“Seni buralarda fazla sık görür oldum Kutan.” Hırıltılı sesini kalabalıkta ayrıt etmek hiç zor değildi. “Ne iştir bu? Limanda beklediğin bir şey yoktur umarım. Liman tehlikeli Kutan, bunu sana her zaman söylüyorum. Senin yaşındaki çocuklar için daha da tehlikeli. Yoksa sana kaybolan çocukların hikayelerinden anlatmadım mı?” daha canlı görünsünler diye balıkların üzerine su döktü.

“Saygılar Sudan, Kutan’ın bu hikayeleri yeterince dinlediğinden oldukça eminim. Hatta şansımız varsa bunlardan ders bile çıkartmış olabilir.” Annesi küçük bir kahkaha atarak arkasında belirdi.

“Sudan Baba, bugün o gemi gelecek değil mi?” diye sordu. Zihir’den bahsediyordu. Sudan bunu anlamış ama annesinin anlamasından çekinerek soruyu cevaplamamıştı. Parmağını dudaklarına götürüp susması için Kutana işaret yaptı, göz kırptı. Küçük bir sırıtıştan sonra Kutan, aşağıdan annesine bakıp güldü. Göz göze geldilerse de annesi olayı pek anlamamış, yan tarafın raflarındaki sepetleri inceliyordu.

Limana inen eğimli yokuşun başındalardı. Buradan büyük gemilerin yelkenlerinin uçlarını görebiliyordunuz. Kutan yerinde duramıyor aşağı inmek için annesini çekiştiriyordu. Aslında bu, beni bırak kendim gidebilirim dansıydı. Annesi pes etti.

“Dikkatli olacaksın!” dedi ciddi ifadeyle. Elindeki sepeti yerine koyup döndü. “Güneş tepenin arkasında kaybolunca evde ol, yoksa seni çok özlerim!” yanağını avuçlayıp kaldığı yerden bakınmaya devam etti.

Kutan heyecanla dönüp el salladı. Gözleri büyüdü, ağzı kulaklarına vardı. İnsanların arasından kolayca geçip yokuş aşağı inmeye koyuldu.

Alanda her türden şapkalı insan görebilirdiniz. Evet! Her türden. Kutan yanlarında geçerken insanların şapkalarına bakmamaya çabalıyordu. Gördüğü kadarıyla çoğu yerden insanlar gelmişti. Hatta Hanlık’tan bile insanlar görülüyordu.

Yerler kare taşlarla döşeliydi. Tepede Sudanın balıklarının akan suyu şimdi yere düşen baharatlarla karışıp kediler için güzel sos oluyordu. Kutan bir gün tadına bakmayı aklının bir kenarına yazdı çünkü enfes kokuyordu! Tabi bu kokunun yerdeki sostan gelmediğini kolay yoldan öğrenemeyecekti.

Bayırın sonlarına doğru liman dükkanları ve Şifahanlar gibi yerler vardı. Ha bir de annesinin içeride ne olduğunun söylemediği, ama hemen herkesin geceye doğru oraya gittiği bir bina vardı. Kırmızı renkli ışıklarla aydınlatılmış değişik müziklerle cezbedici bir yerdi. Yakın bir zamanda içinde ne var öğrenecekti. Şu an kapalıydı.

Uzun kanatlı gemilerden birkaçı kıyıya yanaşmış, yelkenlerini kapatıyorlardı. Gemideki adamlar yükleri indiriyor, koca koca sandıkları bir tarafa yığıyorlardı. Üzerlerinde Hanlık’ın işareti vardı;

Yirmidört dikenli güneş.

Bu kutuların içlerinde genelde yiyecek ve demir parçaları oluyordu. Çünkü Beldibi demir işlemesinde her zaman adını duyurmuş bir şehirdi. Hatta annesi durmadan Kutanı demirciye getiriyor, işlemeli kılıçları incelemesi için orada salıyordu. Normalde evde bıçak bile kullandırmayan biri için fazla şüpheli hareketlerdi bunlar.

Beklediği gemiyi ilerideki kayalıkları dönünce gördü. O bembeyaz yelkenleriyle hayallerini süslüyordu. Kendi hazinesi buydu işte.

Zihir gemileri, tanınsın diye beyaza boyalı olurlardı. İnce mavi çizgiler denizde kaybolacak şekilde dik şeritler halinde geminin yanlarından desen olurdu. Bir büyük, altı tane ise küçük yelkeni vardı. Geminin ön kısmına Bay Ülgen’in, arkasına da Erliğin şekilleri eşlik ederdi. İşte bu kitap taşıyan bir geminin en önemli parçalarıydı.

Zihirler limana yaklaşmaz, açıkta demirlerlerdi. Küçük bir kayıkla Hiriz kıyaya gelir, kendisinden büyük o kitabı açar ve beklerdi, ödünç verilen kitaplar toplanır, yeni kitaplar dağıtılırdı. Akşam olunca gemiye döner ve gemi sabah yok olurdu.

Hiriz’in kırmızı kumaştan büyük bir sarık şapkası olurdu. Ben buradayım dermişçesine her yerden görüldüğüne emindi Kutan. Yüzüne bakılırsa kendisinden çok da büyük olmamalıydı. Çok genç yaşlarda Hiriz olunabilirdi ama asıl kuralın çeyrek asır yaşamak olduğunu söyleyerek yine hayallerini suya düşürmüştü Sudan baba.

Limandaki temizlikçi elinde çalı süpürgeyle önüne geçince dikkati dağıldı. Sarban mırıldanarak yerleri süpürüyordu. Bakışları gökyüzüne kitlenmiş haldeydi. Küçük adımlarla çalışıyormuş gibi yapıyordu.

“Yarık açıldı, açıldı! Ben.. Ben dikmeliyim. Dikmeliyim.” İki kez süpürgeyi oynattı. Deli gibi konuşuyordu. “Göğü kapamalıyım. Doğru yerde değilim, ulu gök Ülgen! Dikmeliyim, geliyorlar, dikmeliyim Kutan, göğü dikmeliyim”

Kutan, adamın ardından Hiriz’e bakmaya çalışırken kendi ismini duyması tüylerini ürpertti. Gözleri adama kaydı. Göz göze geldiler. Adam gözlerini kırpmadan Kutan’a bakıyor ileri geri sallanıyordu.

“Gök açıldı Kutan, anlıyor musun? Dikmeliyim. Geri dönmeliyim Kutan!” Adamın başı süpürgenin üzerine doğru eğiliyordu. Kutan’ın boğazındaki kaslar gerilmiş yutkunamıyordu. Adam üzerine doğru bir adım atınca iyice gerildi. Adamla karanlık bir odada yalnız başına gibiydi. Etraftaki hiç kimseyi göremiyordu. Adamın burnunun üzerinde çiller turuncu değil beyazlardı. Daha çok parlıyor gibiydiler. Güneşten de olabilirdi. Emin olamadı.

İkinci kasılmayı, gözlerine bakınca yaşadı. Adamın gözlerinin içi hareket ediyordu. Hayır hayır gözleri değil! Beyazlıklarında bir şeyler hareket ediyordu. Kutan’ın etrafı iyice kararmıştı. Kalbinden başka hissedebildiği başka bir organı yoktu.

Adam göz kapaklarını kapadığında, Kutan’ın dili uyuştu dizleri titredi. Adam gözlerini kapatmış olsa da hala kendisine bakıyordu! Çünkü göz kapakları, deseni andıran bir şekilde kesilmişti. Adam bu kesiklerin arasından bakıp, görebiliyordu.

“Zamanı gelince Kutan, yapmalısın.” dedi. Başka biri konuşuyordu. Pis dişlerini konuşurken görmeseniz ulu bilge biri konuşuyor sanırdınız. Gözlerini açınca adam süpürgeyi elinden düşürdü. Boşta kalan elleriyle Kutan’a doğru davrandı. Kutan’ın gözleri o kadar dolmuştu ki artık adamı seçemez olmuştu.

Ne olduysa vücudu çözüldü ve eğilerek kaçıp koşmaya başladı. Yokuş yukarı çıkarken taşlar ayağının altında kayıyordu.

“Dikmeliyim, göğü dikmeliyim. Ben, ben yapmalıyım” adamın sayıklamalarını bunca kalabalığın arasında duyabiliyordu hala.

Yoksa bu kelimeler zihninde mi çalıyordu.

Bilemedi.

“Buraya daha önce gelmiştim. Çocuklar şu gördüğün tepelerin üstünden koşar adım buraya gelir, göle girerlerdi. Pis bir göldü, hatırladım. Çocukları gölün öldüreceğini düşünürdüm hep. Sahi burada ne oldu demiştin?”

-Karab